Logo

Go East! 2011

Go East! 2011

Detlev & Rendel Simon'dan Türkiye'de Motor Yolculuğu hakkında yeni bir makale

Önsöz

Sadece bir gezi rehberini karıştırırken bile Türkiye ile (turistik bir ülke olarak) tanışan herkes, eşsiz manzarası, tarihi miras ile bezenmiş kültürü ve – “yerinde” tespit edileceği üzere – misafirperverliği dillere destan olmuş cana yakın insanları ile bu ülkenin olağanüstü şeylere gebe olduğu izlenimine kapılacaktır.
Bu gerçekler sayesinde, “Bu sene nerede tatil yapıyoruz?” sorusuna neredeyse gerek bile kalmıyor. Yirmi yıldır Türkiye'yi bireysel olarak ve sadece İzmir ile Anamur arasındaki bölgeyle sınırlı kalarak uçak ile “alışıldık” şekilde ziyaret ettik.

Karım Rendel'in, sırf Türkiye'yi daha etkin bir şekilde gezebilmek için 43 yaşında motor ehliyetini almaya karar vermesiyle birlikte “etkinlik alanımız” beklenmedik bir genişleme kaydetti. Burada anlatacağımız yolculuk Türkiye'ye ardı ardına düzenlediğimiz beşinci gezimizdir (2007-2011, 2009 yılında ise Suriye'yi de kısaca ziyaret ettik).

Sadece Motorcular İçin Değil

Burada sadece “benzinden” söz edeceğimizi düşünenler maalesef yanılıyor. Türkiye'de motor ile seyahat etmek inanılmaz keyfilidir. Başka ulaşım araçları ile ülkenin bazı köşelerine bu kadar kolay ulaşmamız mümkün olmazdı. İzlenimleri bu kadar yakından ve doğrudan doğruya edinmenin zevki bir başkadır, ama yine de motor da en nihayetinde bir taşıttır. Bu nedenle yolculuğumuz boyunca yaşadıklarımızı paylaştığımız bu gezi raporları herkes tarafından (hatta motorla yolculuğa çıkmak gibi meşakkatli bir işe niçin kalkıştığımızı bir türlü anlayamayanlar tarafından bile...) okunabilir ve benimsenebilir niteliktedir.

Bilgiler

Yolculuk Süresi: 15.5. - 16.6.2011
Motorlar: iki adet HONDA Africa Twin (imalat yılı 1996 veya 1994)
Rota: yaklaşık 7.000 kilometre
Net Yolculuk Süresi: yaklaşık 100 saat

Giriş

Eskiden, daha önce hiç bilinmeyen, keşfedilmemiş bölgelere Terra incognita adı verilirdi. İtiraf etmek gerekirse, Marco Polo veya Alexander vom Humboldt için bu kavram daha farklı bir anlam ifade etmiş olabilir. Ancak ne zaman ofisimizde asılı büyük Türkiye haritası önünde dursam, Kuzeydoğu'da bulunan şu “beyaz bölge” gözüme çarpıyordu. Geçen yıllarda kat ettiğimiz, kalın keçeli kalemlerle çizili rotalar yavaş yavaş bir yolcu şirketinin şehirler arası yol ağına benzemeye başlarken bu bölgeyi ısrarla es geçtiğimiz dikkatimi çekti. Gerçekten de Türkiye'nin bu bölgesine karşı belirsiz, sebepsiz bir soğukluk hissettiğimin farkına vardım. Belki de, şiddetli girdaplar halinde yükselen sis bulutları, sırılsıklam ıslatan sağanak yağışlar ve çorak sahil manzaraları ile karşılaşacağım düşüncesi beni bu bölgeye karşı ilgisiz bırakmıştı. Ancak öte yandan bölgenin zarif güzelliğini gözler önüne seren, yeşilin bütün renk tonlarına bürünmüş sonsuzluğa uzanan manzaraların fotoğrafları da karşımda duruyordu. Ve nihayet “Bal” filmini izledikten sonra pes ederek sonunda direnmekten vazgeçmeye karar verdim.

Kafkasya'ya doğru yol alarak Gürcistan ve Ermenistan'ı ziyaret etme düşüncesi, Rendel ve benim haritada boş bıraktığımız bu bölgeye gitme kararımızı güçlendirdi. Sonunda Gürcistan ve Ermenistan'a geçme fırsatı bulamamamız ise ayrı bir hikaye...

Gezi Raporu

Dişli bir başlangıç – ancak ısıracak bir şey yok

İnanması güç ama, sonunda yola çıkmak üzere hareket ettiğimiz o gün geldi de çattı. Tesalonika'ya giden uçak saat 10:00'da kalktığından, bu sefer araç kiralamayı tercih ettik. Köln/Bonn'a tam zamanında, daha doğrusu çok erken varıyor ve sakin bir uçak yolculuğunun ardından öğlene doğru Tesalonika'ya iniyoruz. Yine Tanja otelini tercih ettik – hedefimizden biraz uzak kalsa da, nakliyat firmasına sadece iki kilometre mesafede.

Ben otel odasında uzandığım yatağı test ederken, Rendel bir taverna bulmak üzere ortamı keşfetmeye çıkıyor (otel sezon öncesi pek fazla seçenek sunmuyor). Yarım saat sonra, karımın gözüne güzel bir restoran kestirdiği bilgisi ile döneceğini beklerken, bir köpek tarafından ısırıldığı haberini alıyorum! Pantolonuna sanki zımbayla açılmış üç deliği gördüğümde yüzümdeki muzip gülümseme birden soluveriyor. Ufak bir muayene sonucu olayın sıyrıklarla atlatıldığını ve birkaç diş izinin bulunduğunu görüyoruz (birkaç gün sonra karımın baldırı tamamen morarmıştı). Birkaç yıl önce Toros Dağlarında köpeklerle yaşadığımız benzer bir hadise aklıma geliyor. O ısırık sayesinde on iğne kuduz aşısı olmak zorunda kalmıştım. Rendel'in doktor olan abisi Heiner'i arıyoruz. Olayı ve yaralanma şeklini etraflıca anlattıktan sonra bize aşı iğnesi ile önlem almamamız yönünde tavsiyede bulunuyor. Bu haber o an için içimi rahatlatmış olsa da, yine de diğer günler pek rahat uyuduğum söylenemez.

Akşam yemeğine kadar nakliyat firmasına doğru yürümeyi ve yarın erkenden hangi yoldan gideceğimizi kontrol etmeye karar veriyorum. Oldukça kötü bir ortam ile karşılaşıyorum. Hangi akla hizmet burada turistik bir otel açılır ki? Sıkıcı bir bölgeye dağılmış virane yıkıntılar. Tepemde parlayan ikindi güneşinin altında dışarı çıktığıma bin pişman vaziyette yürürken, kocaman bir köpeğin peşime takıldığını fark ediyorum! Üzerime aniden saldırmasını önlemek için onunla “dostluk” kurmaya çalışıyorum. Nihayet bana olan ilgisini kaybederek benden uzaklaşıyor.

Nakliyat firması tabii ki kapalı, ne de olsa bugün Pazar günü. Ama yine de içeride sanki bir hareketlilik var. Otomatik kapı açlıyor ve dışarıya bir araba çıkıyor. Sürücüye motorlarımızın akıbetini sormaya çalışıyorum, ama Yunanca'dan başka dil bilmediği belli. Zaten görünüşe göre kendisi nakliyat firmasında çalışan bir eleman değil, galiba aynı binada yerleşik başka bir şirkette çalışan bir görevli. En azından beni sokak köpeklerinin gazabından kurtararak otele kadar bırakması için acıma duygusunu harekete geçirebilmeyi başarıyorum.

Günü her şeye rağmen huzur içinde (ve tok bir mide ile) tamamlamak üzere bir taksi çağırarak Oreokastro'ya gidiyoruz. Birçok kez karnımızı tıka basa doldurduğumuz kırsal stilde döşenmiş bu taverna henüz açılmamış, galiba Güney ülkeleri için henüz erken bir vakitte teşrif ettik. Herhangi bir hareket belirtisine rastlamak için bir süre daha beklerken kapıda asılı bir ilanı incelemeye koyuluyorum. Eski Yunanca'ya dair güdük dil bilgim sayesinde Κυριάκή, “Pazar” kelimesini çözmeyi başarıyorum. Demek ki Pazar günleri kapalılar. Neyse, şu karşıdaki mekan da göze hoş geliyor. Boş bir masa ararken garson da yardımımıza koşuyor: “Üzgünüz, ama Pazar günleri kapalıyız!” - Bugün her şey ters gidiyor. Bir çeşit pizzacıda en azından karnımızı doyurmaya çalışırken mekan sahibi, çoğu restoranın uzun zamandan beri Pazar günleri artık iş yapmadığını açıklıyor.
Ne de olsa varış günleri her zaman biraz “sakat” geçer, asıl tatil daha yeni başlıyor!

Olay üstüne Olay, Darbe üstüne Darbe

Tam gaz yola koyulma heyecanı içerisinde güne erken başlıyoruz. Nakliyat firmasına açtığım bir telefonla motorların hala gelmediğini öğreniyoruz. Sürücü de cep telefonunu kapatmış. Harika! Aslında şeklen şimdiye kadar her şey yolunda gitti. Çünkü - herhangi bir zaman belirtmeden - teslim günü olarak Pazartesini belirlemiştik. Ancak önceki yıllar motorlar her zaman birkaç gün öncesinden gelmiş oluyordu. Ayrıca, on gün önce verdiğimiz halde Wuppertal'den ancak Cuma günü, yani dört gün önce gönderilmiş olmaları da çok sıkıcı bir durum. Wuppertal'i aradığımda önce kimseye ulaşamıyorum - saat farkı. Burnumdan soluyarak bir günümüzün daha bu saçma otel odasında çürüdüğünü ve zaman planımızın alt üst olduğunu düşünürken
nihayet, ona çeyrek kala, diken üstünde beklediğimiz o telefonu alıyoruz! Motorları taşıyan kamyonun avluya giriş yaptığı ve yarım saat içinde motorları almaya gelebileceğimiz tarafımıza bildiriliyor. Sıcak iyice bastığından hemen bir taksiye atlıyoruz. Bizi artık iyi kötü tanıyan nakliyat şirketinin nazik çalışanları sayesinde formalite kısmını hemen halledip eşyaları motorlara yükleyip hemen taşınıyoruz.
Ve sonunda, 16 Mayıs 2011, Doğu Avrupa yaz saati uygulaması ile saat 10:30'da: “Bayanlar baylar, şimdi motorlarınızı çalıştırma zamanı!”

Daha fazla fotoğraf için lütfen Fotoğraf Galerisini ziyaret ediniz.

İki gün öncesine kadar yağan yağmur yerini neredeyse masmavi bir gökyüzüne bıraktı. Sınıra kadar neredeyse 300 kilometrelik yolu çabucak kat ediyor ve Yunanistan'da son bir kez artık pek de ucuz olmayan benzinden dolduruyoruz. Şişman, hantal bir benzin pompacısı ile ilk kez birkaç kelime Türkçe konuşabiliyoruz. Ve bu durum onu hemen bir nebze daha sempatik gösteriyor. Yunanlı Batı Trakya'nın bu kısmında, yükselen minarelerden de anlaşılacağı gibi, hala çok sayıda Türk yaşıyor. Duraklarda görülen formalitelere alışık olduğumuzdan sınırı geçme işlemini onbeş dakika içerisinde geride bırakıyoruz. İçimizde “artık eve vardığımız duygusu” yükseliyor. Gerçekten de Türkiye'de kendimizi bazı Orta Avrupa ülkelerinden daha çok evimizde gibi hissediyoruz.

İlk günden büyük beklenti içerisine girmiş değiliz, çünkü yolun sonunda “gerçekten” Türkiye'de olmak istiyoruz, yani Asya kıtasında. Kalkışa geçen vapuru yakalama konusunda şansımız yaver gidiyor. Olamaz! Polis kontrolü mü, hemen şimdi ve tam da burada mı? Neyse ki polis, herkesin geçmesi için eliyle işaret ediyor. Yoksa?? Aynaya attığım bir bakış ile polis memurunun el hareketini yanlış anladığımı görüyorum. Yani dönüyoruz. Ve bizim dışımızda herkes yoluna devam edebiliyor, öyle mi?! Biz ise belgelerimizi sunmak zorundayız. Telsiz görüşmesi, plakalarımıza bir bakış, yine telsiz görüşmesi... Yapılan konuşmadan sadece “problem” kelimesini süzebiliyorum. Sonunda belgelerimizi teslim eden memur bize giriş işlemleri yapılırken “X” ve “Q” harfi içeren plakalarımızın kaydı sırasında sorun çıktığını bildiriliyor. Türk alfabesinde yer almayan iki harf. Ama sırf bu yüzden sadece bize uygulanan bir yol engeli, ha? - Neyse, fazla gururun da bir alemi yok! Bizi yolumuza uğurlayan polis memuru saatine işaret ederek, eğer acele edersek diğer vapura yetişebileceğimizi anlatmaya çalışıyor. O halde bas gazaaa, ancak günün bu saatlerinde bir hayli hareketli olan Gelibolu'da bu o kadar da kolay değil. Hemen biletleri alıp uçuşan bayraklarımız ile vapura atlıyoruz. Başardık.

Antik çağda Hellespont olarak bilinen Çanakkale Boğazı üzerinden sadece 20 dakika süren deniz yolculuğu (ilerleyen haftalarda dişlerimin zarif bir kahverengi tonuna bürünmesini sağlayacak olan) ilk çayımızı içmek için iyi bir fırsat. Vapurun rampası iner inmez önden gidiyor ve Rendel'i bekliyorum. Hareket yok. Arkamızda duran bazı araçlar yanımdan geçip gidiyor. Nihayet Rendel de ufukta görünüyor. Güvertede motoru başlatırken gözünden kaçan kocaman bir halatın üzerinden kayıp düşmüş ve motoru yere devirmiş. Neyse ki yardımsever vatandaşlar makineyi kaldırmasına yardımcı olmuşlar – yani kötü bir şey yok, ama yine de Rendel'in motivasyonu birazcık kırılmış gibi gözüküyor.

Bu yöne doğru yola çıkarken geleneksel ilk durağımız haline gelen Biga'daki MRG otelini hemen bulamasak da, artık çok yaklaştığımızı fark ediyoruz. Son bir kez geriye dönmemiz gerekecek, ama eminim bu geniş ve boş dört yol ağızında Rendel bile sorunsuzca bunun üstesinden gelecektir. Ansızın telsizden sert bir darbe sesi yükseliyor. Olayın nasıl meydana geldiğini anlatmaya çalışmak için sarf edeceğim her türlü çaba boşa çıkacak, ama her nedense dönüş sırasında Rendel'in aklına bir kez daha gaza basmak esmiş ve ufak bir otobüs durağının kendi halinde duran demir direğini yere sermeyi başarmış.

Bu gibi durumlarda olayın 'cana değil mala geldiği' insanın içini bir hayli rahatlatıyor ve maddi hasarın önemini de geri plana itiyor. Ama en çok canımı sıkan şey, Rendel'in kendine olan güveninin sarsılmış olması ve onu tamamen bitkin vaziyette oracıkta otururken görmek. Bağırıp çağırmak ise insanın bu durumda aklına gelen en son şeydir.

Motorun sağ ön kısmındaki destek darbe sonucu o kadar sıkışmış ki, direkten ayırmam için yoldan geçen iki kişinin yardımına ihtiyacım var. Bir bölümü yerde sürüklense de, motor hala trafiğe çıkılabilir durumda. Rendel bütün gücünü tekrar topladıktan sonra iki dakika içerisinde otele ulaşıyoruz. Otele girişimizi yaptıktan sonra, ben hasarın tespiti ve umarım onarımı için motorla ilgilenirken Rendel'in duşa girip rahatlamasını söylüyorum. Çarpma tamponu tamamen eğilmiş (zaten görevi de buydu), ancak yan kılıfa o kadar baskı uyguluyor ki direksiyon kullanımını engelliyor. Tampon düzeltilemediğinden bir yan keski yardımıyla kılıfı uygun şekilde kesiyorum. Bu sayede biraz daha gevşeyen eğri tampon direksiyonu serbest bırakıyor. Yine de şanslıyız: Bağlantı muhafazasının sapındaki vida dümdüz tıraşlanmış olmasına rağmen ne bir eğiklik, ne de fren kasnağında bir hasar meydana gelmiş durumda. Yaptığım tamirat güzel bir sonuç ortaya koymasa da, yola her halükarda devam etmemiz için yeterlidir.

Peki bahtsız karıcığım ne durumda? İki saat içerisinde üst üste gelen iki aksilik. Bu durumda öz güveninin sarsılması çok doğal... Karım hıçkıra hıçkıra ağlarken onu kollarıma alarak – sadece teselli olsun diye değil – böyle bir yolculuk sırasında bunların her zaman hesaba katılması gerektiğini söylüyorum. Rendel kendini toparladığında, motorunu tekrar yola çıkacak şekilde tamir ettiğim için, beni kahraman ilan ediyor! Ve bu şekilde (neredeyse) haftalardır hayalini kurduğumuz gibi otelin avlusunda – lezzetli bir salata eşliğinde - günün sonunu getiriyoruz!

Ne yazık ki Rendel yaşadığı kazayı hasarsız atlatamadı; sağ elinin bileğini incitmiş, ayrıca kolu morarmış. Çok şükür bu ufak tefek yaralar onu kafasına koyduğu işi sonuna kadar götürmekten alıkoymuyor.

Orman Cini Caz Seviyor – Mudurnu

Heyecanlı ve önceki gün yaşananlardan sonra biraz da gergin bir şekilde yola koyuluyoruz. Rendel'in eski güvenini yakalaması biraz zaman alacak. Ayrıca, yüksek hızlara çıkmadan önce motorun durumunu da birkaç kilometre yol yaparak test etmemiz gerekecek. Neyse ki her ikisi de sonunda iyice “güç kazanıyor”. Kısa süre sonra Bursa şehrinin yerel dağı olan Uludağ sağ tarafımızda yükseliyor. Sadece bağlantı amacıyla yola çıktığımız bu küçük etabın sonunda konaklamamız için seçtiğim Mudurnu'daki Değirmenyeri Dağ Evleri'nin ufak da olsa heyecanımızı zirveye taşıyacağını umuyorum. Küçük Oteller Kitabı'ndaki fiyat bilgisi her ne kadar “$$$$$” ile işaretlenmiş, yani “pahalı” olarak değerlendirilmiş olsa da, burada başka konaklama fırsatları da bulunuyor. Ama “Mudurnu'ya yakın ıssız bir dağ kıvrımının içerisinde gizlidir” şeklindeki kulağa hoş gelen mekan tarifi çok cezbedici. Olası aksilikleri önlemek için koordinatları navigasyona önceden girdim. Yolumuzun üzerindeki bir köyde – navigasyona göre hedefe bir kilometre kalmış olmasına rağmen – Değirmenyeri Dağ Evleri'ni duyan, bilen kimseye rastlamıyoruz. Söylediklerini anlamakta zorlandığımız dişsiz bir dedenin bize gösterdiği yönde bulunan ulaşımı zor, sarp patika gerçekten pansiyonumuza giden yol olabilir mi?! Yine de yokuş yukarı tırmanmaya karar veriyor – ve kendimi derin bir uçurumun tepesinde buluyorum. Sora sora kat ettiğimiz on kilometrenin sonunda nihayet birkaç ahşap evin önünde duruyoruz. Eğer şimdi boş odalarının kalmadığını öğrenirsek bu hiç güzel olmayacak! Neyse ki, İstanbul'dan gelen bir aile dışında tek misafir bizmişiz.

Gerçekten de tenhalık konusunda bu mekanın eline su dökecek başka bir yer tanımıyorum. Her yerden su sesinin yükseldiği, ağaçlarla dolu bu nezih yerde dönen değirmeni seyrediyorum. Evler kırsal stilde zevkli ve eksiksizce döşenmiş. Alışıldık rutini izleyerek motorlarımızı yerleştiriyor, duşa giriyor, üstümüzü değiştiriyor ve daha sonra diğer misafirler ile tanışıyoruz. Tanıştığımız inşaat şirketi sahibinin eşi doktormuş – kızları ise bugün onuncu yaş gününü kutluyormuş, akşam yemeğini birlikte yemek ve kutlama yapmak için güzel bir fırsat.

Ama bundan önce birazcık etrafı keşfetmeye çıkıyorum. Navigasyonun beni o kadar da yanlış yönlendirmediğini fark ediyorum. Az evvel patikanın diğer tarafında duruyormuşum. Arazide odun kesen bir adama rastlıyorum, gerçek bir orman cinine benziyor. Ancak daha sonra orman cini kendini eşiyle birlikte işlettiği Değirmenyeri Dağ Evleri'nin mekan sahibi olarak takdim ediyor. Beni aldatmış olan savsak dış görünüşünün altında aslında çok nazik, muhabbeti keyfili ve çevre korumasına gönül vermiş bir ev sahibi yatıyor, ayrıca geniş bir caz CD koleksiyonuna da sahiptir kendileri.

Bahçedeki çardağın altında kurulu bir masa, mutfaktaki hareketlilik ve bu arada yakılan ızgara güzel şeylerin habercisi. Gerçekten de akşam yemeği boyunca o kadar büyük porsiyonlar sofraya geliyor ve tabaklara dolduruluyor ki, bugün hatırıma geldikçe bile kemerim karnımı sıkıyor. Tanıştığımız İstanbullular fırsat buldukça hafta sonlarını burada geçiriyormuş – böyle sakin yerlerde sık sık büyük şehirlerden kaçan insanlarla karşılaşıyoruz. Anne kız Almanca diline vakıf, hatta kızı bizimle ileri derecede iyi konuşabiliyor. Büyüklerin bizi rahat ettirmek için gösterdikleri özen ve tabaklarımızı boş bırakmama çabaları dikkatimizden kaçmıyor.

Aslında üzerimize yol yorgunluğunun ağırlı çöktü ve yavaş yavaş yatağa gitmemiz gerekiyor, ama pastasız bir doğum günü gerçek anlamda kutlanmış sayılır mı hiç? Davet edildiğimiz ana binada ışıklar söndürülüyor ve aralanan mutfak kapısından mumlarla süslenmiş kocaman bir doğum günü pastası içeri getiriliyor. Doğum günü çocuğu sevinçli gözlerle kestiği pasta dilimlerini misafirlerine dağıtıyor. Güle güle, karın kaslarım!

Hamse Hamsi? – Amasra

Cırcır böceği, su sesi ve sabahları yükselen kuş sesi eşliğinde rahat uyuyamamaktan şikayet eden varsa, sorunu kesinlikle kendisinde araması gerekir. Zengin bir kahvaltının ardından gün boyu ihtiyaç duyacağımız bütün şartlar sağlanmış sayılır. Ödememizi henüz yapmadık. Bir gece için 150 Avro ile kapattığımız hesabın pek de uygun olduğu söylenemez... Motorlarımızı öne sürüp vedalaşıyoruz – ve ilk kez otantik görüntüler yakalamama yardımcı olacağını umduğum onboard-kameramı açıyorum. Köy yolu üzerinde karşımıza çıkan birkaç inek hemen figüranlığa soyunuyor.

Bugün o gündür: Şimdiye kadar sadece 50 kilometre yakınına ulaştığımız Karadeniz kıyısına gitmek istiyoruz. Şu ana kadar sıcaklık, sürücü açısından ideal olan 22 ila 28°C derecelere ulaştı, bakalım denize yaklaştığımızda durum nasıl olacak. Kaçkar Dağlarının eteklerine tırmandıkça doğal olarak termometre göstergesi de sürekli düşüyor. Üstelik üzerimize gittikçe yoğunlaşan bir sis çöküyor. Bartın'ı geçtikten sonra bölgenin deniz kenarındaki en güzel şehri olduğu söylenen Amasra tabelasını geride bırakıyoruz. Ancak şimdilik söylenenlerin hiçbirinden bir eser yok, önümüzü görmemizi engelleyen sis körfezin üzerine uzanmış halde.

Rota kılavuzunu ve zamanlamayı dikkate alarak turlarımızı sadece kaba taslak planlıyoruz. Bir motorcu olarak her şeyi ince ayrıntısına kadar önceden planlamak zaten yeterince riskli bir oyun olurdu, çünkü hava ve yol koşulları yapılan bütün planları alt üst etmeye yeter de artar. Bizim için en önemlisi erken kalmaktır – ilgi, sürüş zevki vs. açısından. Hoşumuza giden bir yer bulduğumuzda, önceden yapılan planlamaya sıkı sıkıya sadık kalmak yerine orada daha uzun kalmayı tercih ederiz, gerekirse süreyi kısa tutabilir veya tamamen yeniden düzenleyebiliriz. Ama çizdiğimiz rotayı yolculuk sırasında değiştirsek bile görmeye değer yerlere yönelik ön hazırlığımı da ihmal etmemeye çalışırım. Bu nedenle, yorucu bir yolcuğunun ardından uzun süre uygun bir mekan aramak zorunda kalmamak için konaklama konusunda seçimimizi daima önceden yaparız.

Amasra için şehrin eski semtinde konaklayabileceğimiz sade bir pansiyon tercih ettim. Ancak ara sokaklarda yönümüzü bulmak biraz zorlayıcı olduğundan önce limana doğru yol alıyoruz ve Rendel yolu soruyor. Tarif edilen yolun kağıt üzerindeki çizimi ile kuşanmış bir şekilde tekrar yola koyuluyoruz – ve nihayet Kuşna Pansiyonu'nu bulmayı başarıyoruz – sade ama çok hoş bir mekanda bulunan, neredeyse sura gömülü ve (maalesef kendini bize neredeyse hiç göstermeyen) deniz manzaralı bir mekan.
Çoğu zaman olduğu gibi ben dinlenirken Rendel yine izci rolünü üstleniyor. Yemekten önce birazcık mekanı keşfetmeye koyuluyoruz. Her defasında, acaba şu an şehrin hangi kısmında bulunduğumuzu çözmeye çalışıyoruz, çünkü kıyı kesimi parçalara bölünmüş halde: iki koy, iki liman, bir de Roma döneminden kalma bir köprü üzerinden kara bağlantısı bulunan bir ada. Şehir, güneş açtığında mutlaka daha iyi açığa çıkan, kendine özgü bir havaya sahip.

Biraz kaba da olsa, Türkiye'de Karadenizliler şakayla karışık “hamsi oburu” olarak adlandırılıyor. Bir sardalye türü olan hamsi burada çokça avlanan bir balık türdür ve bu bölgedeki sofraların olmazsa olmazıdır – ham(si)burgere varacak kadar. Doğal olarak ara sokaklarda ve deniz kenarında parmaklarıyla usta bir şekilde hamsileri ve diğer balık türlerini temizleyen birçok kişiye rastlıyoruz. Yani, burası balık yemek için kesinlikle doğru yer. Rendel'in önceden ayarladığı ve Amasra'nın en eski ve en iyisi olarak nam salmış Canlı Balık Mustafa Amca'nın Yeri restoranına gidiyoruz. Bize suyun üzerinde duran bir masa tahsis ediyorlar, (bu suyun aslında deniz olduğuna bugün hala inanmak istemiyorum).

Her zamanki gibi balıkların Türkçe isimlerinden pek bir şey çıkaramıyoruz. Yan masadaki tabağa işaret ederek verdiğim sipariş üzerine bana bir porsiyon küçük balık kızartması servis ediliyor. Hamsiden biraz daha büyük olan bu balıklar mısır ununa bulanmış ve kızarmış şekilde hazırlanıyor ve bütün olarak ağzıma atabileceğim şekilde servis ediliyor. Rendel ise sadece bir tane balık ile yetinmek zorunda, neyse ki bu balık tabağın kenarından taşacak kadar büyük. Kıymetini daha iyi anlamaya başladığım Öküzgözü şarabı, her iki menünün bizi mest eden lezzetini tamamlıyor. Bu nefis akşam yemeğinin fiyatı, Amasra'nın henüz turizme açılmadığı ve tatilciler tarafından henüz keşfedilmediği izlenimi bırakıyor.
Yemekten sonra çıktığımız yürüyüş hazmın yanı sıra yönleri biraz daha iyi tayin etmemize de yardımcı oluyor, ayrıca yolumuza çıkan Roma döneminden kalma köprünün üzerinde birkaç güzel gece fotoğrafı çekme fırsatını da yakalıyoruz.

Amasya'nın Çatılarında Gezerken

Bakalım, denizi bu sefer görmeyi başarabilecek miyiz! Erkenden Amasra'nın güzel manzaralı surları dışına çıkarak sahil yolunu tırmanıyoruz. Bugünkü etabımızın bizi Güney kıyısının en uç noktasında bulunan Sinop'a kadar götürmesini amaçlıyoruz. Ne yazık ki sis, görüş mesafemizi engelleyerek denizi bizden gizlemek konusunda hala ısrarlı davranıyor. Yolun sağladığı kolaylık nedeniyle sürüş keyfine diyecek yok – ama buna gerçekten bütün gün katlanmak istiyor muyuz, hele de bir adım ötemizde Güneyde güneş şakır şakır açıyorken? Cide'de bu sorun adeta kendiliğinden çözülüyor. Sahil yolu trafiğe kapatılmış, “başka yola aktarma sağlanmıştır”. Yönlendirildiğimiz yolda bir süre ilerledikten sonra rotamızı Güneydoğu yönüne çevirerek Kastamonu üzerinden Amasya'ya doğru yol almaya karar veriyoruz. Buraya bir kez daha gelmiştik, ama Orta Anadolu'nun en güzel şehiri olarak bilinen yerden iki defa geçmek zannedersem maruz görülebilir.
Burunu geride bırakır bırakmaz termometre yine makul değerlere yükseliyor ve aydınlık bir gök yüzü bizi karşılıyor. Ilgaz Milli Parkı boyunca motorcu gözünden muhteşem görünen manzaralar eşliğinde Amasya'ya doğru yol alıyoruz. Temeli Hititliler döneminde atılmış olan ve günümüzde yaklaşık 100.000 nüfusa sahip bu şehirden geçen Yeşilırmak, Osmanlı havasına bürünmüş eski semt ile şehrin daha çağdaş bölümünü birbirinden ayırıyor. İlk ziyaretimizde ırmağın yanındaki cumbalı evlerde kaldığımız için, bu sefer kendimize başka bir otel bakabiliriz.

Bu seneki turumuz seçim dönemine denk geldiğinden her yerde hummalı seçim kampanyaları yürütülüyor, seçim günü ise ayrılacağımız tarihe denk geliyor. Buradaki seçim kampanyaları bana 1960lı / 70li yıllardan aklımda kalan seçim kampanyalarını anımsatıyor, özellikle müzikli seçim sloganlarıyla sokaklarda dolaşan hoparlörlü seçim araçları ile aday için yapılan tanıtımlar ön planda. Melis Oteli'ne sapana kadar önümüzden giden işte bu propaganda diskosunu takip etmek zorunda kalıyoruz.

Mükemmel derecede Almanca konuşan Melis Oteli'in mekan sahibi Levent Aslan, kayıt sırasında bizimle bazı faydalı bilgiler paylaşmak istiyor. Ama öncelikle şirin ve rahat odamıza yerleşmeyi yeğliyoruz. Camlar ana caddeye baktığı halde (başka bir seçim aracı yanımızdan geçmediği sürece) oda çok sakin. Yerleştikten sonra merakla Levent beyin bize neler önerebileceğini öğrenmeye gidiyoruz. Önce elimize Borabay Gölünü tanıtan bir albüm tutuşturuyor. Hiç duymadım, ama hoş gözüküyor ve ayrıca neredeyse yarın için ayarladığımız yolun üzerinde bulunuyor.

2007 senesinde buraya ilk geldiğimizde, yüksek bir kayanın üzerine taht kurmuş bir restoran gözümüze kestirmiştik. Taksi çağırmayı aklımızdan geçirirken Levent bey hemen telefona sarılıyor – ve on dakika içerisinde minibüs kapının önünde hazır bekliyor – Ali Kaya restoranının eşsiz bir hizmeti. En güzel manzaraya sahip masalar ne yazık ki dolu, ama Levent bey bize sadece gidiş imkanı sağlamakla kalmamış, ayrıca revaçta olan locada bizim için yer ayırtmış. Bu sayede sadece iki dakika bekledikten sonra vadiye, şehre ve hemen karşımızda duran kaya mezarlarının ve sığınağın göründüğü kaleye karşı muhteşem ve baş döndürücü bir manzaranın tadını çıkarıyoruz. Kendimizi yemeğin nefasetine kaptırırken, ortama bambaşka bir hava katan akşam vakti yavaş yavaş çökmeye başlıyor. Acaba garson bize yine bir araç...? – “Ne demek, ne zaman isterseniz!” Ve on dakika içerisinde kendimizi tekrar otelde buluyoruz, ve yemek için ödediğimiz hesap o kadar uygundu ki sürücüye seve seve biraz bahşiş bırakıyorum.

Levent bey minibara göz atarak sadece kutu bira sunduğu için bizden özür diliyor – misafirler devamlı şişeleri boşalttıktan sonra içine su koyup ağzını tekrar kapattıkları için bu önlemi almak zorunda kalmış. Bundan dolayı doğan zararın lafı bile olmaz, ama bir sonraki misafirin karşılaştığı tablo can sıkı olabiliyor... – Neler var dünyada!
Yarınki plana Borabay Gölünü de katmak üzere birkaç ayarlama yapıyoruz.

Bora Bora Yerine: Borabay – Niksar

Önceki akşam kadar yüksekte olmasa da otelin terasında yaptığımız kahvaltı sırasında sabah saatlerinin dinginliği içerisindeki Amasya manzarasının keyfini çıkarıyoruz. Yola çıkmadan önce kameramı kapıp otelin etrafını kaydediyorum, özellikle 13cü yüzyılda sultanın valiliğini yapmış olan Torumtay'ın güzel türbesini fotoğraflıyorum. Herhangi bir aksilik yaşanmasın diye bu sefer ben motorları yola çıkarıyorum, ve kısa bir süre sonra D100 üzerinden Taşova'ya doğru yol alıyoruz. Borabay'a 40 kilometre kaldığı söyleniyor, ama haritama göre gölü çoktan geçmiş olmamız gerekiyor. Fakat göle ulaşmak için meğer önce onu geçmemiz gerekiyormuş. Ardından D300 üzerinde Kuzeybatı yönünde biraz yol aldıktan sonra yolun son birkaç kilometresini toprak yol üzerinde dağa tırmanarak geride bırakıyoruz.

500 metre uzunluğunda ve 40 ile 110 metre genişliğindeki gölün büyük olduğu söylenemez, ama muhteşem bir konuma sahip. Suya kadar uzanan ağaçlarla çevirili bu yer tam bir cennet – en azından piknik yapan tek bir öğrenci grubu dışında kimsenin bulunmadığı sırada. Gölün yakınındaki iki levha, bu güzel noktada bulunan hayvan ve bitki çeşitliliği hakkında bilgi veriyor.

Göl kenarında kiralanabilen bazı ahşap kulübeler bulunuyor. Bir an için aklımızdan burada durup dinlenmek geçiyor, ama önümüzde daha çok yol olduğu için bu fikiri hemen bir kenara bırakıyoruz. Yola devam.
Sahile tekrar varmadan önce en azından Küçük Oteller Kitabı'nın sıraladığı orijinal mekanların birinde konaklamak istiyoruz. Bu kitapçık, Türkiye'deki kendine özgü – tek odalı otellerden, gösterişli konaklara ve yayla evlerine kadar geniş yelpazede – çeşitli otelleri tanıtıyor. Gece için Ardıçlı Dağ Evi'nde karar kıldık. Rendel, boş odalarının bulunup bulunmadığını öğrenmek üzere tedbir amaçlı telefon açıyor ve evet, boş odaları varmış. Ancak oraya belirttiğimiz saatten biraz daha geç varacağız gibi görünüyor, çünkü önümüzde karanlık bir fırtına bulutu yükselmeye başladı.

Yağmurlu havalarda Türkiye'de yola çıkmayacağımıza dair yeminimizi Karadeniz turuna çıkarak zaten bozmak zorunda kaldık, aksi halde neredeyse hiç hareket edemezdik. Rendel de bu konuda korkusunu yenmeyi başardı, ama Türkiye'nin yolları her zaman azami sürüş dikkati gerektirir. Özellikle şehir içindeki bazı yollar neredeyse cilalanmış ayna gibi, öyle ki yollar kuruyken bile kırmızıda beklerken ayaklarımla yerden sağlam destek almak zorunda kalıyorum.

Yağmurlu havada yola çıkmamak gibi bir sorunun ortadan kalkmasına rağmen, bir motorcu olarak fırtınaya karşı büyük saygım var. Korunma kulübesi olarak yol kenarında terk edilmiş bir manav tezgahından faydalanıyoruz. Bir saat kadar zorunlu olarak isteksizce verdiğimiz aradan sonra fırtına diniyor, yağmur ise devam ediyor. Bu şekilde ilk kez yağmur kombilerimizi çalıştırmak için de fırsat bulmuş oluyoruz. Niksar'da nagivasyon ve harita iki ayrı dilden konuşuyor gibi. Biraz bakındıktan sonra içgüdülerime güvenerek izlediğim yolun sonunda kısa bir süre sonra mekan sahibinin kızı Selda bizi karşılıyor. Tenha bir yerde bulunan ev bir tepenin üzerinde duruyor, en azından aşağıda kalan sisle kaplı vadiyi göremeyecek kadar yüksekteyiz.
Selda bize evi gösterirken, burada da durumun birçok yerde gördüğümüzden farksız olduğunu anlıyoruz – yine burada da neredeyse aile ile iç içe yaşayacağız. Oda sade, pratik ve yeterli konfor sağlıyor. Selda bizi emekli doktor olan ev sahibi ve eşi ile tanıştırıyor. Sağlık sorunları olduğunu düşündüğümüz ev sahibesinin daha sonra parkinson hastalığına yakalandığını öğreniyoruz.

Ev sahibi bize, emekli bir doktor ile evlenen Alman bir dostundan söz ediyor. Bu sohbetin hemen üzerine içeri giren Gudrun ile yaptığımız çay keyfi oldukça eğlenceli geçiyor.
Böyle evlerin nasıl bir ruh haline sahip olduğu, çalışanlar ile olan diyalogdan çok iyi anlaşılıyor. Bu bölgenin sade kızlarından biri olan hizmetçi çok şanslı biri, kahkahanın eksik olmadığı bu yerde herkes birbirine karşı nazik ve saygılı davranıyor.

Bu gibi küçük, kendine özgü mekanlar zaten başlı başına özeldir, ama öte yandan çok özel bir kitleyi de cezbediyorlar. İlerleyen saatlerde oturma odası yavaş yavaş diğer misafirler ile dolmaya başlıyor: üç çift ve küçük bir kız çocuğuna sahip bir aile. Büyük, yuvarlak yemek masası akşam yemeğinin de yine toplu halde yenileceğine işaret ediyor. Hizmetçisini başından savan ev sahibesi sağlık durumuna rağmen mutfağı idare etmekten kaçınmıyor. Bu konuda çok şanslıyız, çünkü kendisi muhteşem bir aşçı unvanını gururla taşıyor. Gerçekten de masa üzerindeki birbirinden lezzetli ziyafetler altında sonunda çökecek gibi duruyor.
Hepsi Türk olan diğer kişilerin buranın düzenli misafirleri olduğu ve kendilerini bu ailenin gerçek bir üyesi gibi hissettikleri belli oluyor. Bu sayede, böyle bir “ailenin” nasıl yaşadığına yakından tanık olma fırsatı buluyoruz. Bu topluluğun alışılmıştan farklı olduğu aşikar; masada akademisyenler ve iş adamları hep birlikte oturuyor. Yanımızda örneğin İstanbul'da cam levha toptancılığı yapan 40’lı yaşlarda bir çift oturuyor. Veya yeni kız sahibi olan yaklaşık 60 yaşındaki Ömer bey ile alımlı ve zeki (ikinci) eşi. Kızları şimdi sekiz yaşında ve oldukça girişken – ve iyi derece Almanca konuşuyor, hatta bize ısındıktan sonra Almanca şarkılar bile söyleme başlıyor. İyi bir şarap bilgini olan Ömer bey kafa dengi olduğumuza çok sevindi. Kendisi, büyük bir Alman biyoteknoloji firmasının Türkiye temsilcisi. Kendisinden ve ev sahibinden, Türkiye hakkında kitaplarda veya internette zor bulunacak önemli bilgiler öğreniyoruz.

Anlattığı bir hatıra aklımda yer edindi: Birkaç yıl önce Ömer bey Alman bir iş arkadaşı ile buraya yakın olan Niksar'a gitmiş. Bulutsuz bir yaz akşamı arkadaşına güzel yıldızlarla bezenmiş gök yüzünü göstermek üzere dağa tırmanmışlar. Söylenenlere göre, çölde bile orada görülebildiği kadar çok yıldız görülemiyormuş. Özellikle, yoğun yıldızlarla dolu gökyüzünün şemsiye misali ufka kadar uzanması oldukça etkileyiciymiş. Alman arkadaşı bütün geceyi dışarıda geçirdikten sonra Almanya'ya dönmüş ve bu güzel manzarayı karısıyla paylaşmak üzere karısını da alıp bir hafta sonra buraya geri gelmiş.

Aslında çoktan yatıyor olmam gerekirdi. Ömer beyin tuvalete kalkmasını fırsat bilip sıvışmaya çalışıyorum, ama kendimi doğrudan onun kollarında buluyorum, ve Ömer bey bunun üzerine bir şişe şarap daha ısmarlıyor...

Go East! İlk bölüm sona erdi.

Alaturka.Info © Tüm hakkı saklıdır.
Designed by GavickPro | Powered by DeSe Design Web Tasarım Turizm Ltd. Sti.
Almanya: Dorfstrasse 15, 06647 Finne / OT Billroda - Turkiye: Çıplaklı Kasabası Oba Pk 4, 07400 Alanya, Antalya, Türkiye