Gâvurgölü Kuş Cenneti

Gâvurgölü Kuş Cenneti

Kahramanmaraş Gâvurgölü Kuş Cenneti'nin; Göç Yorgunu Kuşları ve Çiçek Sarhoşu Toprağıyla Konuştuk…
Evlerde fokur fokur kaynayan ıhlamur vakti geçti şimdi. Sera bahçelerden evlerimize alıp masa başlarını süslediğimiz çiçekler, yerini kır çiçeklerine bıraktı. Cemreler bitti artık…

Cemre; kor ve ateş demek… Havaya, suya ve toprağa düşen üç cemre ile başladı bahar. Cennete gittik biz de. Kuşların ve bitkilerin cennete çevirdiği yere. Cemre yüreğimize düştü. İçimize düşen doğa aşkı ile Kahramanmaraş’ta bulunan Gâvurgölü kuş cenneti havzasına gittik.

Gâvurgölü; Türkoğlu ilçesini yaklaşık 1km kadar geçtikten sonra sol kolunuzun üzerinden “Minehüyük” yazan tarafa doğru yöneldikten sonra 2 km’ ye yakın bir yol almışlıktan sonra başlayan göl safarisidir… 
Eğer siz de bu mevsimde gitmeyi planlamışsanız, ertelemeyiniz, göldeki çiçek kokusu size açık bir davettir. 
Havzaya daha adım atar atmaz, aklımdan geçenleri gönlüme düşenleri yazsam bir kitap olurdu herhalde. Kendi kendime: “Babil halkının yaptığını mı yapmalı yoksa bu cennete”diye serzenip durdum. Bilenler bilir, Babil halkının hekimleri yoktu, içlerinden biri hasta olduğu vakit onu bir meydana yatırırlar, gelip geçenler başlarından gelip geçeni anlatırlar ve tecrübe edilen ilacı ona da tavsiye ederlerdi. Bu hali anlatmam o ki; Babil’in nizamlarına vurgu yapmak içindir. Hiç bir kimse hastanın hatırını sormadan geçmezdi. Düşündüm… İnsan hasta olunca durum böyleydi de, ya doğa hasta olursa? Ya doğada yaşayan nezih varlıklar hasta olursa, yok olmaya doğru giderse,  kime nasıl anlatmalılar dertlerini… Yahut da kim nasıl sormalı hatırlarını?

Gâvurgölü Kuş Cenneti’ne adım attığım ilk anda yaşadım bu duyguları… Kuşlar, rengârenk, kimi uzun kimi kısa gagalı, kimi uzun kimi kısa bacaklı kimi kocaman kanatlı kimi narin bir kelebek gibi, kimi oya gibi nazenin, kimi cennet kuşu; bembeyaz… Onlarca çeşit kuş. “Hz Süleyman olsa idi” dedim kendi kendime; kuşların dilinden anlayabilirdi, bataklık diye kurutulmaya gayret edilen şu mücadelesi bitmemiş asil doğanın gerçek sahiplerinin neler çektiklerini dinleyebilirdi. Yanımda kuş gözlemcisi Evrim Tabur Hanım vardı. Ellerimizde dürbünler ve fotoğraf makinaları, hiçbir anını kaçırmadan izlemek istiyorduk.

Şu iğne deliğinden soğuk alıp hasta olacağını düşünen insanoğlu, neden düşünmezdi onca yoldan kanat çırparak gelen kuşların yorgun olabileceğini? Dinlenecek bir terminale ihtiyaçlarının olabileceğini? Yorgun ruhumuza niçin yansımaz bu kuşların yorgunluğu acep? Belki de kuş hasretinde olmadığımız için olabilir miydi bunca duymazlık? Sebebini aramayacağım, kuşların hakkını aramak daha adilce olduğu için öncelik onların hakkı. Gâvur gölü’nde, yani kuşların limanında, doğanın insana karşı verdiği mücadelenin içinde kuşların müttefiki olarak buradaydık.
Gâvurgölü’ne baktım. Yıllar evvel bataklık olduğu gerekçesi ile kurutulmuştu. Oysa Güney Afrika’dan beri büyük bir aşkla kanatlanan bir dolu kuşun göç yolunda tatlı bir uğraktı burası. Sevgili Evrim Tabur’un anlattıklarına göre, milyonlarca yıldan beri zenginleşen bu minerali bol topraklarda kendiliğinden göl olmuş bir alanda, kuşlar için vazgeçilmez bereketli bir sofra vardı. Sazlıkların, bitki köklerinin aralarını ve dallarını kullanarak sığınan ve oradan beslenen bu kuşlar doğa içinde kendilerine güzel bir liman yaratmışlardı. Hemen oracıkta; yaptıkları taş evlerin duvarlarına kuş sarayları inşa eden atalarımın ruhunu şad edip, doğanın yaptığı kuş cennetlerini kurutmak isteyen bugünün insanoğlunun da kulaklarını çınlattım nedense. 

Ne diyeyim; O her hükmün sahibi olan hükmünü yürütecek elbette. Yine bereketli yağan yağmurlar bu gölü ısrarla doldurarak, kuşları davet ettiğinde yeniden canladı bir şeyler daha… Derdimiz bu sahiplenişe de sahip çıkmak olmalı.
Göle indiğimizde, üzerinde bir Mayıs ayı çiçeği olan, latince adına; Ranunculus sphareospermus denilen “su düğün çiçeği” nin gölün tamamına yakınını kapladığına şahit olduk. Suda açan çiçeklerin böylesine güzel duruşu, baharın suya inmiş hali gibiydi. Suyun yüzü, gelin gibi bembeyazdı hakikaten de. Doğanın düğünüydü bu. Bembeyaz kelebek gibi narin yaprakları olan bu çiçeklerin kokusu mest ediciydi. Ihlamur ağaçlarının o cazibeli kokusundan sonra içime çektiğim en güzel kokuydu bu. Ağaçsız bir alanda, boyları 10 cm yi bulacak denli gövdeleri suya düşkün bu küçük çiçeklerin çarpıcı kokusu, devasa ıhlamur ağaçlarının kokusuyla bezenmiş bir diyarı hiç de aratmadı. 
KSÜ’Biyoloji Bölümünden bizlere refakat eden Doç.Dr Ahmet İlçim Bey bu toprakların endemik bitki türlerinin hamiliğini de yapıyordu. Bilimsel çalışmalarının uzun süren gayretlerinde; Gâvurgölü endemiği olan ve bizzat kendileri tarafından bilime kazandırılmış bulunan, latince adı; Rorippa behceti’yi anlattığında oldukça heyecanlanmıştım.
Vaktini bekleyerek henüz yeşermeyen bu bitki, orada anlatılan onca bilginin kendilerinin kurtuluşu için olduğunu eminim duymuşlardı. Bitkiler hakkında Ahmet Hocamızın anlattığı kıymete haiz bilgiler, oradaki tehlike çanlarının artık son uyarı vechinde olduğuna işaret ettiği kadar, Gâvurgölü ve havzası için gösterilmesi gereken gayretin bir an önce gerçekleştirilmesi gerektiğine dair mesajlar da içeriyordu. Yol kenarlarındaki, Sisymbrium marianum denilen “Meryem Ana” dikeni boy vermeye başlamıştı. Bu bitki; godelenmiş ve gayet nizami bir kompozisyonda duran koyu yeşil renkli dikenimsi yaprakları ile üzerlerinde sarımsı beyazımsı damarlarıyla ziyaretçilerini karşılıyordu. Bu bitkilerden yol boyu görecektik. Verilen bilgiye göre, tıp alanında da oldukça etkili olarak kullanılan bu bitki, karaciğeri güçlendirerek hepatit hastalığının tedavisinde de kullanılıyormuş. Doğa her şeye rağmen, şifasını sunmaya devam edecek denli vefakâr olduğunu göstermiyor mu? Az sonra da, bu bitkinin su teresine benzeyen nuz tadına bakacak, yepyeni ve vazgeçemeyeceğim bir tadla daha tanışmış olacaktım. Şifa niyetine…

Göl kenarında işin uzmanı ile yapılan gezintide, normalde basıp geçtiğimiz otlakların arasından gülümseyen onlarca çiçekle tanıştırılmak oldukça heyecan vericiydi. Burada, 
bütün albenisi ile gülümseyen su düğün çiçekleri kadar, zehirli bir bitki olan ve temmuza doğru geç meyvelenen dikenli yapıdaki Datura stramonium’u da görüp; Erzurum’luların da kulaklarını çınlattık. Zira duyduğumuza göre, Erzurum’da hâlâ kullanılan bir bedduada;
“datura yiyesin” sözü bu bitkiyi telmih edercesine yaşıyordu. Oysa biz, kurutttuğumuz göl havzasındaki garip ekimlerle bu bitkilerin de kökünü yok ettiğimizi ve doğayı zehirlediğimizi hala farkedememiştik.
Her adımımızın bir bitkinin üzerine değdiğini fark edince, havzayı; ayaklarımı boynuma asarak gezmek geldi içimden. Ahmet İlçim Hoca, ricamız üzerine, bir yandan fotoğrafladığımız bitkilerin isimlerini de sabır ve derin bilgi ile aktarmaya devam ediyordu:
Bu bitki isimlerini, önce notlarıma, sonra hafızama alma gayreti içindeydim. Bunların arasında beyaz küçük çiçekli olan Cardaria draba, sarı çiçekli olan Crepis sancta, çobançantası olarak da anılan; Capsella bursa-pastoris, uçlu meyvesi olan; Neslia apiculata, üç yapraklı yonca gibi duran ve altın sarısı çiçekleri olan Trigonella sp.,  Phragmites australis denilen adi kamış, tipik sucul alanlarda yetişen; Alisma plantago aquatica, sucul ortamların birincil üretici bitkileri olan; Chara sp, çiçek yaprakları şemsiyeler gibi duran; Botamus umbellatus, latince adı; Cucumis melo olan acı meyveli yabani kavun, sarıçiçekli Ranunculus muricatus ve yine sarıçiçekleriyle narin bakışları olan Raphanus raphanistrum... Ve adeta sığınacak bir dal ararcasına dallara yapışık bekleyen Hyla arborea isimli yeşil kurbağa ve ismini bilemediğimiz rengârenk kızböcekleri. Daha bu sahifelere adı sığmayacak denli onlarca bitki ve hayvanın aynı ve tek bir mesajı vardı: “bizim halimiz nice olacak?” diye seslenen… 
Bu sorunun cevabını veremesek de bu derdin dermanını başlatmak için ne gerekiyorsa yapmalıydık, diye düşündüm. Yaşayan görür derler. Burada yaşayan Gâvurgölü’nün Robinson’u Bayram amcadan buraların gittikçe hazinleşen öyküsünü duymak içini buruyor insanın. Yaşayanın gördüğü kadar, bizlere de görmek düşüyor yitireceklerimizi de? Her doğasever Gâvurgölü’nü bu niyetle ziyaret etmeli ve gerekli çoğunluğu oluşturmalıdır.

Divan şairleri, hiçbir fırsatı kaçırmazlar, caize koparmak fikriyle bayramlarda bayramÎye, ramazanlarda ramazâniye ve bahar gelince de bahariye kasideleri yazarlarmış. Öyle mi yapmalı Gâvurgölü Havzası Kuş Cenneti’ni yeniden kazanmak için... Bir şiir değil ama, Gâvurgölü’ndeki hayatı kurtarmak için yazılan bu yazının, caize olarak; top yekün gayret gösterilmesinden gayrı beklentisi yoktur.
“Onca latince tür adı belki bizlere çok da gerekli olmayacak” diye düşenenler için de cümlem elbette var: Yarın bu türlerin bu havzadan tamamen yok olması halinde, bilimin hafızasında ve herbaryum denen bitki müzelerinde korunan bu isimler, yarın vicdanlara bunun hesabını elbette soracaklardır. Daha dün 1863’lü yıllarda bu havzada yaşadığı halde ve Convolvulus germaciae adı ile bir Gavurgölü endemiği olan ve burada yaşayan krallığın tarihsel adını taşıyan bir bitkinin, bu gün herbaryumlarda kalan varlığının dışında yok olup gitmesinde olduğu gibi…
Kuşlar, su düğün çiçekleri arasından sesleniyorlardı bize. Kimi havada süzülerek ne cilveler yaptılar ziyaretçilerine. Evrim Tabur’un gözlemleri ile tanıştık onlarla: Küçük batağan, küçük akbalıkçıl, gri balıkçıl, sığır balıkçıl, erguvani balıkçıl, büyük akbalıkçıl, kaşıkgaga, leylek, karaleylek, yılan kartalı, saz delicesi, sarıkuyruk sallayan, yeşil düdükçün, halkalı cılbıt, tepeli toygar, üveik, ebabil, dik kuyruklu ötleğen, yalıçapkını, akkuyruk sallayan, mahmuzlu kız kuşu, saz kamışçını, kırlangıç, atmaca, kızılbacak, tarla çiteşi, çıkrıkçın, kara çaylak, benekli su yelvesi, boğmaklı toygar… O gün gördüğümüz kuş türlerinden bazılarıydı. Hepsi göç yorgunu, hepsi doğa sarhoşuydular…

Bütün bu gözlemlerimiz, toprak üstünde ve göğün kalbinde olanlardı. Kim bilir daha ne çok türde bitki ve canlı çeşidi vardı gölün içinde, toprağın altında ve sazlıkların gizli yerlerinde. Göremesek de, seslerini duyarak, hissedebildik varlıklarını.
Göç yorgunu… Ne demekti sahi? Şu göçümüzü çözdüğümüz dünyada insan halimizle bizim için de bir anlamı var mıydı bunun? Yalnızca insanlar mı göç ederdi bir kentten diğerine? Yalnızca insanlar mıydı evlerinden uzaklara giden? Herkesin ve her canlının eşit haklarda yaşama düzeninde kurulu bu evrende, su kenarlarına göçen yalnız biz insanlar mıydık acep? 
Gün boyu açık ve harika bir hava vardı. Soruların cevaplarını da orada uçan kuşlardan aldım. Çoğu kuş, az rüzgâr eşliğinde öğle saatlerini gölün üzerinde yaptıkları yüksek uçuşlarla geçirdiler. On yedi kadarını sayabildiğim akbalıkçıl kuşun, göç sırasında gölde beslenirkenki halini görmenin hazzını başka bir yerde bulamayacağımızı biliyorduk. Anın hazzına varmak için saatlerce ayakta kalarak, güneşe bakarken kamaşan gözlerimizle safariye devam ettik.

Ne ister ne beklerdi göç eden kuşlar? Evvela iyi bir beslenme ve barınma ihtiyacı sağlanmalıydı. Sonra onca kanat çırpmanın getirdiği sıvı kaybını telafi edecek iksir gibi bir gölde ferahlamalıydılar. Hepsi bu.
Peki, ne yapmalı Gâvurgölü Kuş Cenneti için... Orada yaşayan sakinler, kamışları yakmamalı mesela. Yakmamalı ki, toprağın yüreğine sığınmış bitki tohumu ve her nevi onca can ziyan olmasın. Yakmamalı ki; sazlıkları ev edinmiş onca göçmen kuş barınaksız kalmasın. Yakmasın ki; mineralleri ölmesin toprağın.

Ayağı yere basan adımlar atılmalı:Gâvurgölü doğa okulu kurulmalı mesela. Bu okulda, temel ekoloji ve biyoloji bilgileri ile başlayan eğitimler, yapılacak sorun analizleri ve sürdürülebilir çözüm yolları ile devam ettirilmelidir. Bölge halkına verilecek eğitimlerle, doğa konusundaki yetişmiş insan kaynağını yaratmalı ve geliştirmelidir. Arazi çalışmalarına her gruptan öğrenci götürülmelidir. Biyolojik çeşitliliği korumak için gerekli pratik bilgiler onlara burada verilmelidir.

Unutmayalım, doğa uzaktan sevilmez… Onca diyardan göçüp gelen kuşlara ve onca vakit toprak altında sabırla doğacağı günü bekleyen tohuma gösterilecek vefa, yine doğanın kalbine dokunmakla mümkündür.
Özetle bu bölge önemli bir göç yoludur kuşların. Endemik türlerin kalbidir. Kuşların barınağı ve evidir. Kamış türleri ve diğer otsu bitkiler nazenin yavruların sığındığı kadife döşek gibidir... En önemli husus; bölgedeki suyun korunması ve bunun için teknik olarak ne gerekiyorsa bir an önce yapılmasıdır. Bu bölge tez vakitte layık olduğu şekilde korumaya alınmalıdır.
Hayal etmek istiyorum: Bir gün bu havzadaki kuşları halkalayacak bir istasyonun kurulmasını ve halkalama çalışmalarının yapıldığı o günü görmek ve çalışmaya gönüllü katılmak nasip olacak mı aceba? Bir gün, memleketimizin göğünden ve toprağından vazgeçemeyen kuşları bu kentin nüfus kayıt defterlerine kayıtlamak mümkün olacak mı kimbilir? Bir gün buralarda yetişen bitkilerin hangi dertlere şifa dağıttığını öğrenebilecek miyiz der’siniz? 
Belki de yağmurların doldurduğunu sandığımız Gavurgölü’nü, üzerinden göç eden yüzlerce yorgun kuşun gözyaşları doldurmuş olamaz mı?
Belki de toprağı göz göz açılmış bu havzanın bütün kırılmışlıkları, yüreğindeki tohumların feryadından olamaz mı?
Gözyaşını göle döken her kuş için Gâvurgölü’nü kurtarmaya var mısınız?
Sitemini toprakların çatlak dudaklarında çiçeklenerek söyleyen bitkiler için Gâvurgölü ve havzasını kurtarmaya var mısınız?
Haydi.
Verin elinizi.

Eğer yerinde olsaydınız kuşların; siz hiç dinlenmeden nice yol alabilirdiniz göğün üstünde ve yerinde olsaydınız bitkilerin, siz hiç umudunuzu kaybetmeden nice bekleyebilirdiniz toprak altında?
Ve kentinizin üstüne kanatları kırılıp yorgunluktan düşerse bir kuş, vicadanınıza ne diyeceksiniz?
Bir düşünün lütfen…

Bu vesile ile havzanın yaşatılmasına verdikleri emek ve gayretler için; Beyoğlu Belediye Başkanı Osman Okumuş Bey’e, Yörede yetişmiş Eğitimci, Şair ve Yazar Mustafa Okumuş Bey’e, KMTSO Turizm Komitesi üyelerinin Sayın Mehmet Balduk Başkanlığında gerçekleşen vefalı çalışmalarına, İl Kültür Ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı’nın gayret ve duyarlılığına, KSÜ Biyoloji Bölümünden Doç. Dr Ahmet İlçim Bey’in bilimsel çalışmalarına, K.Maraş Turizm Alt Yapı Birlik Başkanı Sayın Mehmet Temizdemir Bey’e, göldeki doğal hayatın desteklenmesi için kurulan derneğin bütün üyelerine, Doğal Hayatı Koruma Derneği Üyelerinden Kuş Gözlemcisi Evrim Tabur’a, bu yazının vücuda gelmesine vesile olan Gavurgölü ziyaretinde bizlere mihmandarlık yapan aile fertlerim Sıtkı Okumuş Bey’e ve Aybikem’e derin teşekkürlerimi sunarım.

İnci Okumuş Şair/Yazar
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it. 
KMTSO Turizm Komite Üyesi
K.Maraş, 11 Nisan 2010
Fotoğrafların bir kısmı ; İnci Okumuş'a, bir kısmı da KSÜ Biyoloji Bölümünden Doç.Dr Ahmet İlçim'e aittir.

Yaşam | Outdoor

Türkiye

Seyahat

Kültür